Naber? Nasıl gidiyor?
Yazım ve font hataları ile ilgili bir okuyucumdan yorum aldım. Ben maalesef bunları düzeltemiyorum. Önceden bahsetmiştim, yazdıklarımı okuyamıyorum. Utanç, yetersizlik ve öfke karışımı bir his doluyor içime. Bu yüzden benim yazdıklarımı redakte edecek, font sorunları olduğunda da çözecek bir “stajyer” arıyorum. İlk 2 yıl maaş vermeyeceğim ama sonra işe alım opsiyonu olacak. Çok maaş isteyen biri olursa da iki opsiyon sunarım, ya haftada bir paket Pringles ya da ayda bir 30 dakika masaj. E daha ne yapayım?
Geçenlerde biri bana tatlısın dedi. Birisi bana tatlısın deyince kendimi kirlenmiş hissediyorum. Sanki karısını intikam için aldatan bir adamın yalan sözlerine kanmış, masum bir aşık gibi… “Çok tatlı olmak” biraz muğlak bir kavram. Biz insanlar gerçekten tatlı olamadığımız için, burada davranışlara bir atıf var ama davranış nasıl tatlı olur ya? İyi, eğlenceli, naif, kibar, düşünceli, iyi hissettiren, nazik olabilir… Ama tatlı… Yemeğin üstüne haz amaçlı tüketilen bir öğündür bu. İçinde öznenin kendisinden bağımsız, edilgen bir haz verme durumu söz konusu. Ben kime ne haz vereceğimi kendim seçmek isterim doğrusu.
Bana tatlısın denmesinden hoşlanmadığımı öğrendiniz. Bir de takıntılı olduğum hitaplar var. Bunlardan birincisi ve en çok kafayı takmış olduğum “canım”. Biri bana her canım dediğinde, o kişiye karşı anlık nefretle dolar içim. Bu kişinin üstümde bir tahakküm kurma çabasını, beni hegemonyası altına alma arzusunu sezerim. “Canım” demek biraz, “ben kendimi senden üstün görüyorum ama varoş da bir insanım” demenin bir yoludur gibi geliyor bana. Bazı canımlar, bazı canımlara göre çok masum. Mesela “Tabii canım” çok kabul edilebilir bir canım. Aslında sorun canım ile başlayan cümlelerde. Bu canımın zihnimdeki kötücül kuzeni ise -cım eki. Buna ayrı saplayayım.
Aylardan Şubat, 2022 yılında ciddi soğuk bir kış deneyimliyoruz. Hava ayaz mı ayaz… Böyle günlerde en zor olan şey (özellikle benim gibi ev kuşları için) evden çıkabilmektir. Akdeniz'li bir saftirik olduğum için o kadar hatalı tercihler yaparım ki, üşümemek kaçınılmaz bir sonuçtur benim için. Ayrıca atasözünde de dediği gibi alışmadık mont üstte durmaz. Mont ile vücudumun ulaştığı yeni sınırları çok yabancılarım. Mutlaka bir yerlere çarparım evde mesela. Kalın bir montla gezmek, yaşamdan aldığım zevki anlamlı ölçüde düşürür. Prefrontal korteksin hiç dahil olmadığı, sokakta yürümek gibi süreçler benim için onlarca kararın verilmesi ve sürekli nasıl hissettiğim konusunda iç gözlem yaptığım; mutsuz dakikalara dönüşür. Giyip gezmesi bile bu kadar zorken, onunla sıçmanın zorluğunu bir de siz düşünün.
Benim bir alaturka tuvalete birkaç kere montla sıçmışlığım var. Hayat bazen hepimize aslında yaşamayı tercih etmeyeceğimiz, ama yaşadıktan sonra da “iyi ki” dedirten aydınlatıcı acılar sunuyor işte.
Bu hafta yine montlara bürünüp çıktığım sokaklarda bir arkadaşımı gördüm. Çok yakın olmayan, çok uzak da olmayan bir arkadaş. Arkadaşlık ilişkisinin en tehlikeli, en boktan olduğu seviye. Onun için bir iyilik yapar mıyım? Evet. Onun için nasıl bir iyilik yaparım? Bana birkaç dakika dışında hiçbir maliyeti olmayan bir iyilik. Bu seviyelerdeki arkadaşlıklarda sokakta karşılaşmak çok kötü. Neyden ne kadar konuşmanız gerektiğini bilemezsiniz. “Naber? Nasıl gidiyor?” sorusu için tam 10 saniyelik bir elevator pitch’inizi hazırda tutmanız gerek ki benim böyle bir şeyim yok. Kaldı ki, çoğunlukla dinleyeceklerim de o an yürümekte olduğum, belki bir yere gittiğim ve hatta konu o an hiç ilgi çekmediği için (sözleşilip gidilen bir buluşma olsa, o ayrı) bu konuşmalar o an istediğim en son şey oluyor genellikle. Ben de görmemezlikten geldim.
Hayatta çok güzel şeyler olduğu gibi çok boktan şeyler de var. Bu yazının teması o boktan şeyler oldu maalesef. Benim için bu liseye girebilecek şeylerden biri de, fırında pişmiş bir patatesin ertesi gün ısıtıldığında sahip olduğu lezzet. Bunu deneyimleyenler şu an “işte biri bahsedilmesi gereken bu önemli konudan bahsediyor” demiştir. Eğer şu an bu paragrafa anlam veremiyorsanız, bu konuyu deneyimlememişsiniz demektir. Deneyimledikten sonra gelip okuyunuz. O patates ki, o kadar kötü olur ki onu sadece bir karbonhidrat olarak, besleyiciliği yüzünden yersiniz. Tat bakımından hiçbir olumlu niteliği yoktur. En kötü yemeklerin bile tat bakımından belirli iyi yanları vardır. Aşırı bulyonlu bir yemeği beğenmeseniz de garip bir haz alabilirsiniz mesela. Bazen bazı yemekler çok yağlı olur, tadını garipsersiniz ama o yemeğin ana maddesi neyse hala ona odaklanabilirsiniz. Ama bir gün önce fırında pişmiş ısıtılan patates böyle değildir. O tüm yemeklerin Notre Dame'ın Kamburu’dur ve benim için kendisinin nasıl biri olduğunun hiç önemi yok.
Konu yemeklerden açılmışken, benim yemek yeme tarzımla ilgili çok belirgin bir durum vardır. Ben tabağımı bitiririm. Benim tabağım, ben yedikten sonra bir çalkalanıp tekrar kullanılabilir. Ben tabağımı, fabrika kullanıcıya nasıl teslim ediyorsa ona çok yakın bir halde bırakmaya gayret ederim. Bu benim binlerce defa maruz kaldığım “tabağını bitir” uyaranının klasik koşullanma ile yarattığı bir etkidir. Yok ya da aç olmam fark etmez. Ben tabağımı bitirir ve hatta sıyırırım. Geçen gittiğimiz bir pastanede tatlı tabağımızı gören bir mutfak çalışanı (dibinde oturduğumuzu fark etmeden) “keşke herkes böyle yese, bana iş kalmamış heühehü” dedi mesela. Bu konu benimle öyle özleşiktir ki, şayet bu davranışa “sünnetleme” gibi bir isim konmamış olsaydı “hakanlama” falan denebilirdir. Evet.
Afiyet olsun.
Yorumlar
Yorum Gönder