Naber? Nasıl gidiyor?
Duştan çıktım şimdi. Biraz erotik bir giriş oldu ama, aslında bambaşka bir şeyden bahsedeceğim. Erotik olmayan bir sapıklık aslında. Ben duş alırken Ruhi Su dinlemekten büyük zevk alıyorum (bkz. zevk alınan ufak sapıklıklar). Tepemden su boşalırken o gürül gürül ses “Haydarrrr Haaaaydaaaaar, günah benim kime ne?!” dediğinde tepemden suyla birlikte huzur da iniyor sanki. Ruhi Su’nun soyadı ile bir ilintisi olabilir mi acaba? Soğuk bir şaka peşinde değilim. Gerçekten merak ettim. Bence soy ismi ile değil de sesi ile alakası var. Banyonun yankılanmaya aşırı müsait ortamında öyle bir duyuluyor ki, kulaklar bayram ediyor. Ruhi Su, sesi zarar görmesin diye alkollü içecek içmiyormuş. Büyük fedakarlık. Biraz mallığa yakın bir fedakarlık bence bu arada. Bana ne abi, yok sesimmiş de halkın sanatçısıymışım da. Çok güzel kafaları kaçırmış kendisi. Yazık olmuş.
Haydar Haydar demişken, şarkıyı biliyor musunuz bilmem. Şarkıda tarihin belgelenmiş ilk pasif agresifliği var. Üstelik pasif agresif kişi kendisini ifşa ediyor. Nesimi isimli kişiye arkadaşları gayet seviyeli bir şekilde sevgilisi ile arası iyi mi diye soruyor. O da sevgilisiyle arasının iyi olmasının ya da olmamasının kimseyi ilgilendirmediğini söylüyor. Kendisine soru soran bir arkadaşına bu tip bir cevap vermek baya kaba bir davranış bence. Şu da olabilir, bu soruyu soran kişiler Nesimi’nin iş arkadaşlarıymış mesela ve Nesimi iş hayatı ile özel hayatını ayrı tutuyormuş.
Bugün de şeye saplamak istiyorum, bir yakının doğum günümü story ile kutlayanlara… Hayatımda gördüğüm en anlamsız davranışlardan. Bu bir, aldığı hediye için teşekkürü story ile yapmak iki ve de F1 takip etmek üç… Profesyonel işi davranış anlamlandırmak olan, tercih ve motivasyon üzerine kafa patlatan biri olarak itiraf etmeliyim ki, sevdiğimiz birinin doğum gününü bir fotoğraf paylaşıp bunu story atarak yapmaktan bir anlam çıkaramadım. Özellikle aynı evde yaşayıp bunu yapanlara çok ifrit oluyorum. Git sarıl, müthiş bir yemek hazırla, hediye ver, duygularını en samimi şekilde dile getir. Ne bileyim ya… Lütfen şu doğum günü storyleri bitsin. Gerçekten baya şey duruyor. Şey…
Baya şey duran şeylerden biri de tiyatro bu arada. Epey oldu gitmeyeli. Gidince de bir taraftan etkilenmiyor değilim. Fakat tiyatro da biraz şey bir sanat formu. Şey işte… Zorlama gibi sanki. Bir kere çok bağırıyorlar, bence o kadarına gerek yok. Oyunlar da fazla büyük. Mimikler sahneden fışkırıyor üzerimize sıçrıyor valla. Bağırışların dışında da oyunlarda verilen mesaj o kadar açık ki, sürekli acaba verilen mesaj bundan bambaşka da bu bir üst metin mi, ben bir şeyler mi kaçırıyorum diye fazla stres oluyorum.
Bu arada, tiyatroya salladım fakat skalanın öbür yanındaki “yüksek gerçekçilikle çekilmiş” sanat filmlerini de bu yazıya dahil etmek isterim. Ya gerçekçi yapacağız diye über saçma geliyor bazı şeyler bana. Ben ruh halimi etkilemek için, etkileyici bir hikaye görmek için film izlerken birinin 10 dakika boyunca sigara içerek camdan bakmasını izlememeliyim bence ya. Böyle bir sekansın hikaye anlatıcılığında nasıl bir yeri var emin olamıyorum. Bir deli bir gün kuyuya taş atmış da öbürleri sanki çıkaramamış gibi geliyor. Mesela kamera açık kalmış, sonra oturmuş karşısında sigara içmiş veya çok uzun yürümüş. Sonra kurguda filmde kullanmış. Eleştirmenlerden en kredilisi de çok sanatsal bulmuş ve ta-tat-taam.
Ekranın karşısına geçip sigara içmek deyince de aklıma şu intihar notu video olan adam geliyor. Hızlıca ismini Google’ladım da Mehmet Pişkin’miş adı. Google yetmedi bir de LinkedIn’de aradım adamı… Acaba ölmüş birine bağlantı talebi gönderebilir miyim diye. Mehmet Pişkin yaşasaydı, LinkedIn’den kurmaca hikaye paylaşır mıydı acaba? “Bir gün iş görüşmesine genç bir aday geldi…” ile başlayıp “O temizlikçi abla aslında ekibin bel kemiğiydi” ile biten, tavuk suyuna çorba hikayelerinden hallice o oksimoronlukları yapar mıydı? Kesin yapmazdı. Çünkü adam varoluşu sorgularken sahip olduğu yegane varlıktan vazgeçebilecek kadar derin bir insandı. En azından konuşmaları bu yöndeydi. Keşke Mehmet Pişkin’in yaşadığı varoluş sancılarının tümünü ondan geri alıp parçalayıp, hiç bu sancıları yaşamayan insanlara dağıtsak. Belki dünya daha yaşanılabilir bir yer olurdu.
Dünya yazarken hep çok geriliyorum bu arada. Gezegen olan somut Dünya’dan bahsederken özel isim, ama soyut olan dünyadan bahsederken özel isim değil diye öğrenmiştim. Mesela “Güneş ışınları Dünya’ya 8 saniyede varır.” ve “Bu nasıl adaletsiz bir dünya ya, iğrenç bir yer burası” şeklinde iki örnekle özetlenebilir. Fakat bu kelimenin bu şekilde hem aynı hem ayrı anlamlarının olması çok büyüleyici. Bir de çok durumsal. Bunu bir yapay zekaya anlatmak çok zor olurdu mesela. Neye göre gezegen, neye göre alem anlamında kullanılıyor. Çok karışık…
Kişisel dünyamdan Dünya’daki herkese selam olsun!
Heil Hisler! (ama sadece güzel hisler)
Yorumlar
Yorum Gönder